“İkinci Aydınlanma Çağı” Düşünce Devrimi
Alev Alatlı, 2002 tarihli Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki Konferansında “İkinci Aydınlanma Çağı” Düşünce Devrimi’nden ve bu devrimin hukuk sistemleri üzerindeki etkisinden söz ediyor, biz de “Birinci Aydınlanma Çağı hangi çağdı, İkinci Aydınlanma Çağı nedir, hukuk üzerinde nasıl bir etkisi olmuş olabilir?” diye merak ederek alıntıladık.
Not: Alatlı hocamızdan izin almadık, sorun olmadığını umuyoruz.
Bugün size “İkinci Aydınlama Çağı” diye adlandırılan “düşünce devrimi”nden ve bu devrimin hayatımızda ve hukuk sistemleri üzerindeki etkilerinden bahsedeceğim.
“İkinci Aydınlanma Çağı”nın ne olduğunu kavrayabilmemiz için beşyüz yıl kadar geri gitmemiz, “Birinci Aydınlanma Çağı”na dönmemiz gerekecek. Hatırlayacağınız gibi, “Birinci Aydınlanma Çağı,” Aristo’yu kaynak edinen; Kopernik, Kepler, Galile ve Newton’la devam eden bir dizi buluş ya da keşif sonucunda kitabi dinlerin, yani Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın, Dünya ve Kâinat’a dair açıklamalarını reddeden, onlara yeni açıklamalar getiren sürecin adıdır.
Birinci Aydınlanma Çağı öncesinde Kâinata ilişkin “doğrular” ya din kitaplarında yazılı vahiyler ya da usavurum yoluyla saptanır. Isaac Newton’un 1687 basımı “Principia”sı ile birlikte “doğrular”ın gözlem sonucu olarak belirlenmesi ilkesi kesin olarak benimsenir. Gözlem ve deney, bilimsel düşüncenin olmazsa olmazları olarak yerleşir.
Vahiye dayalı düşünce biçimini reddeden Newton, Kâinat ve Dünyanın çok sayıda olmakla birlikte gözlemlenebilir ve çözümlenebilir verilerden oluştuğunu söyler. Kâinatı ve Dünya’yı oluşturan parçacıklar, belirli fizik kurallarına göre hareket ederler. Parçacıkların birbirleriyle olan ilişkileri “nedensellik” çerçevesinde gelişir. Biz insanlar, nedensellik kurallarının neler olduğunu keşfedersek, Kâinatın ve Dünyanın nasıl işlediğini kesin olarak öğrenebiliriz. “İnsanlığı Kâinatın nasıl işlediğini öğrenmekten alakoyacak hiçbir şey yoktur.” Böyle denir.
Newton, parçaların gözlemlenmeleri ve çözümlemeleri sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin kanunun “bütün”e uygulanabileceğini, bu sade ve basit kanunların “bütün”ü kesin olarak açıklayabileceğini savunur. Böylece, Newton Fizik’inin tanımladığı fiziki hayat, belli kurallara göre işleyen, “deterministik” bir sistemdir. Her olay, bir takım nedenlerin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkar. Ne Kâinat’ta, ne de Dünya’da belirsiz olan, bulanık olan, ortada olan hiçbir şey yoktur.” Böyle bilinir.
Bir başka ifadeyle, “Birinci Aydınlatma Çağı”nın dünyası, Aristo mantığın doğrusal kurallarına tabidir. Bir ya-ya da dünyasıdır. O yılların anlayışına göre, bir şey, ya doğrudur, ya da yanlış. Ya siyahtır ya da beyaz. “Hem doğru hem de yanlış” olamaz, çünkü “doğru” tektir.
Şimdi… Newtonian dünya görüşü, sadece fiziği değil, fiziğin dışındaki diğer tüm bilimleri de etkilemiştir. Modern dünyayı şekillendiren başta hukuk, sosyal bilimler, sanat, edebiyat, hatta müzik Newtonian veya Klasik Fizik’in kuralları doğrultusunda şekillendi.
Örneğin, ekonomide, Newton’un atomlardan oluşan Kâinat paradigması, Adam Smith’in şahsi çıkarlarını kovalayan bireysel girişimcilerden oluşan, kapitalist/liberal anlayışının temelini oluşturur. Fizikte münferit atomların birbirleriyle olan ilişkileri, ekonomide bireylerin birbirleriyle olan ilişkileri olarak algılanır. Gerek fizikte, gerekse ekonomide kullanılan araştırma yöntemi de aynı esasa dayanır: sistemi mümkün olan en küçük parçasına indirmek ve bu parçacıkların davranışına bakarak “bütün”ün geleceğine dair karar vermek, tahmin yürütmek.
Newton’un dünyada belirsizlik, bulanıklık yoktur; bir şey ya öyledir ya da öyle değildir; ya siyah ya da beyazdır, gri yoktur, anlayışını, siyaset bilimine taşıdığımızda iki olgu ile karşılaşırız: keskin ideolojiler ve onların pratikteki sonuçları olan toplum mühendisliği. Ve ideolojiler/toplum mühendisliği doğrultusunda şekillenen hukuk sistemleri.
Toplum mühendisliği, baskıcı ya da en azından Jakoben yani tepeden inmeci yönetimlerle sonuçlanır. İdeolojiler pratikte daha da keskinleşir. Örneğin, Birinci Aydınlanma Çağı’nın siyah-beyaz dünyasında ya sağcı, ya da solcu olunur. Hem solcu, hem de sağcı olduğunu savunan birisi ciddiye alınamaz. Ya da, daha güncel bir örnek: hem laik, hem de Müslüman olunabileceği şeklindeki bir iddia ya kabul edilemez bir yozlaşma olarak nitelendirilir ya da marjinal bir tutum olarak kenara itilir.
Gelelim hukuka: hukukta da neyin suç olup, neyin suç olmadığı kesin olarak belirlenir. Cinayet, hırsızlık vb. suçlar, ve cezaları matematiksel bir hassasiyetle maddeler, fıkralar şeklinde tanımlanır. Bir sanık, ya katildir ya da değildir, ya hırsızdır ya da değildir. Biraz katildir, biraz değildir diye bir şey yoktur. Tıpkı Klasik Fizikte olduğu gibi, burada da gri alanlar olmamalıdır. Tersi, keyfilik, hukuksuzluk sayılır. Kadı Nasrettin, Nasrettin Hoca, gibi, “Davalıya sen haklısın, davacıya sen de haklısın, ikisinin birden haklı olamayacağını savunan dava katibine, vallahi sen de haklısın!” diyen bir mahkeme düzeni olamaz. Komik olur.
Günümüzde, Birinci Aydınlanma Çağının mimarı olan “Newton Fiziği”ne, artık “Klasik Fizik” diyoruz. Klasik Fizik’in dünya görüşüne “mekanize” dünya görüşü diyoruz. Neden mekanize, çünkü dünyayı bir “makine” olarak görüyor. Nitekim, “devlet çarkının dişlileri,” “hükümet mekanizması” gibi sözler/ifadeler dilimize de girmiştir. Dikkat ederseniz insana dair pek çok olgunun makine terimleriyle – “kafası tıkır tıkır işliyor” gibi – ifade edildiğini duyarsınız.
Birinci Aydınlanma Çağının “mekanize” dünya görüşünün sarsılmaya başladığı yıllar, 1920’ler. Nedeni, o yıllarda filizlenen parçacık ya da Kuantum Fiziğindeki ilerlemeler.
“Yeni Fizik” diye de bilinen Kuantum Fiziği, bilim dünyasının anlatageldiğim “doğru” anlayışını altüst ediyor, çünkü siyah-beyazcı Newton Fizik’inin aksine, “Yeni Fizik”te “kesinlik” yok, “tek” doğru yok. “Hiçbir şey kesin değil, hiçbir şey imkânsız değil.”
Yeni Fizik’in en önde gelen mimarlarından birisi, Albert Einstein. Albert Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” saptaması, Klasik Fizik’in siyah-beyaz dünyasına bomba gibi düşüyor. Bunu “ışık” hakkındaki yeni bilgiler izliyor. Şöyle ki, klasik fizikçiler, ışığın ya cisimcik bölüklerinden ya da dalga serilerinden oluşmuş olması gerektiğini düşünürlerdi. Hem dalga hem de cisimcik bölüklerinden oluşan “ışık tanımlaması” kabul edilemezdi, “saçmalık”tan başka bir şey olmazdı. Ne ki, gerçeğin bu olmadığı ortaya çıktı.
Evet, ışık, hem dalga serileri, hem de cisimcik bölüklerinden oluşuyordu. Dahası, dalga veya cisimcik niteliğini gözlemci ile adeta bir diyaloğa girerek belirtiyordu.
Arşimed’in “Evraka! Evraka!” diye bağırdığı su ve tas deneyini hatırlarsınız. Kuantum Fizik’inin evrekası da ışığın hem dalga serileri hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunu saptayan deneydir. Bu deneyde, herhangi bir ışık kaynağının, mesela bir ampülün, önüne dalga dedektörü koyulduğunda, ışığın dalga niteliğini açık ettiği, oysa cisimcik dedektörü kullanıldığında cisimcik niteliğini sergilediği görülür. Deneyin telmihi, ışığın biz onu nasıl görmek istiyorsak, kendisini bize öyle gösterdiğidir!
Deneyin sonucu öylesine garipsenir ki, kuantum Fizikcisi Erwin Schrödinger, ışığın bu hem dalga hem de cisimcik olma niteliğini vurgulamak için “Schrödinger’in Kedisi” diye anılan, kuantum deneyini tertipler. Schrödinger, bu deney ile ışığın tetikleyeceği bir tabancanın namlusunun karşısına yerleştirilen bir kutuya konan bir kedinin ölü ya da diri olmasının, ışığın dalga ya da cisimcik gibi hareket etmesine bağlı olduğunu göstermeyi amaçlar. Işık, cisimcik gibi hareket ederse kedi ölecek, dalga gibi hareket ederse yaşamaya devam edecektir. Işığın ne zaman nasıl hareket edeceği asla bilemeyeceğimiz şeylerden biri olduğu için, deney bizi kedinin ölümle/yaşamın üstüste bindiği, süperpoze bir durumda olduğu şeklinde garip bir gerçeklikle karşı karşıya getirir. Böylece aynı anda ölü ve diri olmak gibi bildiğimiz hayatta imkansız olan bir keyfiyetin kuantum dünyasında bir gerçeklik olduğu vurgulanır.
Anlaması zor, alışması, sindirmesi daha da zordur ama gerçek budur! Kuantum devrimi ile, ya ölü olunur ya da diri şeklindeki siyah-beyaz anlayışın tek doğru olduğu inancı yıkılır, yerine “hem o doğru hem de bu doğru” gerçekliği gelir. Bu durum Aristo mantığının yani doğrusal, lineer mantığın tek doğru olmaktan çıkması demektir. Derken, birbirinden çarpıcı iki gelişme daha olur: “Kaos Paradigması”nın keşfi ve “fuzzy,” puslu veya saçaklı dediğimiz çokdeğişkenli mantığın matematiğe dökülmesi.
Kaos paradigması, Klasik Fizik’in açıklayamadığı için gözardı ettiği/yoksaydığı “türbülans”a/karmaşa’ya anlam kazandıran, “dinamik sistemler” denilen fenomenlerin işleyişini açıklayan ilkedir. Dinamik sistemlerden kasıt ise: deniz dalgaları, girdaplar, borsa hareketleri gibi neden-sonuç ilişkileri kesin olarak saptanamayan, Klasik Fizik’in, “şunu şöyle etkilersen bu sonucu alırsın” şeklindeki nedensellik ilişkilerinin işlemediği, doğrusal olmayan sistemler.
Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” sapmasını hatırlayalım. Büyük bilginin bu cümleyle özetlediği olgu, dünyada hiçbir oluşumun/hiçbir hadisenin kesin olarak gözlemlenemediği gibi, kesin olarak ölçümlenemediği olgusudur. Bunun böyle olduğunu Klasik Fizikçiler bilir, ancak işlevsellik adına küsüratı gözardı ederlerdi. Oysa, Kaos Teorisi, gözardı edilen küsuratın, küçücük farkların, dinamik sistemlerde altüst edici fırtınalar yaratabildiklerini ortaya çıkardı.
Kelebek etkisi diye bilinen olay, dinamik sistemlerin başlangıç noktalarında meydana gelen en ufak bir değişikliğin beklenmedik sonuçlar doğurabilmesi olayı. Ufacık bir su damlası bir tsunamiye dönüşebiliyor. Şu anda Beylerbeyi’nde kanat çırpan bir kelebek, bir süre sonra burada Ankara’da fırtınaya sebep olabiliyor.
Öte yandan, insan toplulukları da dinamik sistemler. Kaos paradigması bize ne kadar iyi düzenlendiği, denetlendiği sanılırsa sanılsın, herhangi bir toplumsal olayın bütün bir dünyayı sarsacak kelebek etkisi yaratabileceği söylüyor. Diğer bir deyişle, “ateş olsa cürmü kadar yer yakar” hükmünün hiç de gerçekçi bir hüküm olmadığı, tersine, şeytanın ayrıntılarda gizli olduğu ortaya çıkıyor.
“Matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir,” çünkü gerçek hayatta olgular, veriler, “fuzzy” veya “puslu”dur, ölçümler fuzzy veya “puslu”dur, hatta ölü ile diri arasındaki fark bile fuzzy ya da “puslu”dur. Nesneler arası ilişki fizikçilerin öngördüğü şekilde tezahür etmeyebilir. “Hiçbir şey kesin değildir, ama herşey mümkündür.”
Klasik Fizik’in “Birinci Aydınlanma Çağını” başlatıp, günümüze hakim olan “mekanize” dünya görüşünü şekillendirdiği gibi, “Yeni Fizik” de “İkinci Aydınlanma Çağı”nı başlatıyor ve insanın kendisine, kendi bedenine, topluma, Kâinatı oluşturan canlı cansız tüm varlıklara hatta “canlılık ve ölülük” durumlarına bakışını radikal bir biçimde değişmesini öngörüyor.
Siyah-beyazcı Aristo mantığının tek doğru olmaktan çıkması, Kaos paradigması, dinamik sistemler olan insan toplumları için fevkalade önemli. Birinci Aydınlanma Çağında olduğu gibi, fizik bu defa da, başta sosyal bilimler, hayatın her veçhesi yeni gelişmelerden etkileniyorlar.
Birkaç örnek verirsek, meselâ, ekonomide insanları sadece maddi çıkarları doğrultusunda hareket eden atom benzeri bireyler olarak değerlendiren ekonomik modeller sorgulanıyor. Bu durum hem liberal-kapitalist, hem de sosyalist sistemler için geçerli. Siyaset biliminde, Kaos Paradigması, toplum mühendisliği girişimlerini tahtından ediyor. Tarih araştırmaları doğrusal olmaktan çıkıyor. Aynı şey, sosyoloji, psikoloji ve tıp için de geçerli. Örneğin, tıpta kimin ne zaman ölü sayılacağı meselesi ortaya çıkıyor ki, bu mesele anında hukukun meselesi haline geliyor. Ölümle yaşam arasında çizilen çizginin keyfi bir çizgi olduğunun isbatı, işi büsbütün karıştırıyor.
Bununla birlikte, “suç” kavramı tartışılıyor ve Birinci Aydınlanma Çağı’nın pozitif hukuk anlayışı sorgulanıyor. O kadar ki, “hukuk adalet dağıtmalıdır; kurallar, kaideler değil” şeklinde bir itiraz giderek daha yüksek sesle duyuruluyor. Bu da, tahkim mahkemelerinin itibarlarının ve sayılarının artmasıyla sonuçlanacak gibi duruyor. Neden, çünkü, hakemlerin, formal/resmi hukukun siyah-beyaz kurallarını bir yana bırakarak, hafifleştirici ya da ağırlaştırıcı nedenleri ayrıntılı bir şekilde inceleyebileceği düşünülüyor. Az önce de belirttiğimiz gibi, şeytan ayrıntıda gizli çünkü.
Daha uç bir gelişim: “kadı” sistemini müdafa eden sesler gürleşiyor. Nedeni yine aynı: Aristonun siyah-beyaz sisteminin hukuktaki uygulamalarının kaba ve indirgemeci olmaları nedeniyle adaletsizliğe neden oldukları inancı.
Özetle, Schrödinger’in Kedis’inde sembolleşen Yeni Fizik ve onun türevleri Kaos Paradigmasının ve fuzzy, saçaklı mantığın, insanlığı siyah-beyaz düşüncenin cenderesinden, kesin yargıların kabalığından ve zorlamasından kurtaracağı düşünülüyor. Dünyada yüzde yüz doğru olan hiçbir tanım veya ölçü olmadığını idrak noktasına getiriyor. Öyle görünüyor ki, 2000li yılların hukukçularını görülmedik değişiklikler, reformlar bekliyor.
Teşekkür ederim.
Kaynak: Alev Alatlı.Com.Tr
Mobil Uygulamamızı İNDİRİN! AÖL Yeni Müfredat Çıkmış Sınav Sorularını Çözün!
Etiketler: "İkinci Aydınlanma Çağı" Düşünce Devrimi Nedir?, Aydınlanma Çağı, aydınlanma çağı düşüncesinin hukuk sistemlerine etkisi, birinci aydınlanma çağı, Hukuk, ikinci aydınlanma çağı, newton fiziği
Eklenme Tarihi: 10 Nisan 2021